mekan değerlendirmeleri, feriköy organik pazarı

14 Ağustos 2021 Cumartesi

 geçen gün emeklilik yemeği yedik bir takım arkadaşlarımla, onların daveti üzerine. mekan seçimini  onlar yaptı. hiç değerlendirme niyetinde değildim mekanı yine adını vermeyeceğim genel üzerinden görüşlerimi yazacağım da onlar daha yemeğe başladığımızda takılmaya başladılar bana:) son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim; ben o mekanı seçmezdim. 

gelelim mekanların haline ve değerlendirmeye.  iyi olduğunu iddia ettiğiniz bir mekanda ilk gelen şeyler nedir? ekmek, su, damak hoşlukları  ve iştah açıcılar değil mi? bizim mekanın ekmekleri soğuk, sıradan fırından alınmış bir ekmekti. dilimlenmiş atılmış bir sepete, o kadar. kırdım 1 puan. sular geldi tamam. iyiolduğunu iddia ettiğiniz  bir mekan sıcak, taze, çıtır çıtır ekmek sunar. masanın içki tercihi şarap oldu.  yine iyi bir mekan iyi bir işletmeci  sızma zeytinyağı, peynir ya da tulum peyniri tereyağı ikilisi gibi ufak başlangıçlar gönderir masaya siparişten önce. bizim mekan siparişi almak için sabırsızlanıyordu:) salata vereyim mi ortaya? yok. tamam, ben de biliyorum bir mekan en çok salata gibi maliyeti düşük ama fiyatı yüksek ürünlerden kazanıyor. ama abicim şarap yenilediğin zaman da ''salata yaptırayım mı?'' diye sokuşturmazsın araya:))) savuşturduk. çünkü biliyoruz o salata duble olacak malum kalabalığız diye çarpı 2. bu ısrardan da kırdım 1 puan. devam edeyim. mezeleri hazır almıştı mekan. hiç bir derinliği ve özelliği olmayan fabrikasyon mezelerdi. bir çok mekan artık hazır alıyor mezeleri. her yerde her ustanın fesleğenli levrek yapıyor oluşu sizi de düşündürmüyor mu? hem de aynı tatta:)))  ben eskiden levrek marine falan yerdim, severdim de ama kardeşim en son öyle mayoneze bulanmış geldi ki hem de neyse iyi bir mekanda deyip ad  vermeden devam edeyim. kaymak gibi levrek marineler balıkçı hasan'da vardı yıllar yıllar önce. neyse 

1 puan da mezelerden gitti. kaldı geriye 7 puan. mekanın tuvaletleri temizdi. servis eh işte ikram yok gibiydi. genel tavırları düzgün olduğu ve hesabı şişirmeden getirdikleri için 7 vereceğim mekana. yoksa yemekler vasat deyip bir puan daha rahatlıkla kırabilirim. istanbul biraz vasata teslim oldu son yıllarda. bir örnek mezeler, her yerde aynı yemekler. kuş kondurmak isteyen şefler de tabakları çok yüksek fiyatlamaya başladılar. geçen gün gayrettepede bir yerde karidesli makarna sordum; 95 lira! olmaz. karidesin kilosu 60-90 arası metro markette. bir tabak makarnaya öğle servisinden para kazanan bir yer 95 lira yazamaz. zaten eski sahipleri bırakmış, çalışan çocuklar devralmış bakalım onlar bu fiyatlarla ne kadar sürdürebilecek. 6 ay diyorum. yine bir başka şef mekanından yemek istemiş söylendiği kadar leziz ve özel bulmamıştık. ona sordum vallaha o da 115 gibi bir rakam söyledi karidesli makarnaya. evet karidesli makarnayı baz alıyorum. 

mekanlar, adalarda (prens) her şeyi beş katına satan esnafın ulaşım  zor olayını kendilerini kalkan etmeleri gibi şimdi de pandemiyi bu anlamsız artışlara kalkan ettiklerini görüyorum. ancak bana göre yanlış yapıyorlar. eylül gibi sakinleşecek herkes, yaz tatili kakofonisi bitecek, okullar açılacak ya da uzaktan eğitime başlanacak yine laptop ve eğitim araç gereçleri, ev-oda-fiziksel alan ve konfor ihtiyaçları önce çıkacak. bir buçuk senede herkes evde yemek pişirmeyi kendine kadar bile olsa kıvırdı. başka başka etkenlerden de pek geceleri çıkılmayacak artık. yani bu fiyatlarla çoğu yer top atacak.

insanlar kendilerine yetecek kadar yemek pişirmeyi kıvırdı demişken pazara çıkma mevzuna bağlayayım olayı. yaklaşık 20 gündür hafta içi resmi kurumlarla olan işlerimi halletmek için neredeyse ben de mesai yapıyor çoğu zaman ya en yakın marketten telefonla sipariş veriyor ya da bir koşu migrosa çıkıp yoğurt vs. alıp eve dönüyordum. neyse ki işleri biraz da benim ısrarlı takip ve kamuyu iyi tanımamla bitirdim. kargoyu hala bekliyorum:) bugün keyifle bir pazara gideyim bu marketten gelen plastikten hallice sebze ve meyvelerden kurtulayım diye feriköy organik pazarının yolunu tuttum.  tezgahlar iki sene önceye göre azalmış geldi gözüme. büyük marketlerde kilosu 2 liraya kadar düşmüş olan kemalpaşa domatesin 5-7 lira arasında bir fiyata satılması dışında  anlamsız pahalılık yoktu. 15-20 civarında seyrediyordu sebzeler, incir en pahalı meyveydi. minik kabaklar 10, patlıcanlar 13 marjındaydı. eh yarımşar kilo alıp bez çantamı doldurdum. oradan bomoniada'da bir soluklandım. aslında mekanların hepsi açık mı diye biraz da kontrol ettim. eğer sadece sabah erken saat diye değilse delimonti kapalıydı ama orası zaten kahvaltılık satan bir yer ve11 gibi açık olmaması enteresandı ama kesin bilgi değil bu. ara güler müzesini gezdim. sonra hoop oradan eve. sebzeleri kuzu etiyle fırında pişirdim. az sızma bol sarımsak ile. yanına avokadolu soğanlı bol limonlu salata yaptım. evet, yavaştan sakin yaşama geçerim ben. az alışveriş, öz alışveriş, bol kitap, bol yürüyüş, bol kahve, az alkol ve tek yön biletli bir seyahat! 


hahayttttt emekli handan iyi günler diler. 


daha iyi günlerimiz olmuştu ve olacak; vakurla bekliyorum / bekliyoruz

6 Ağustos 2021 Cuma


 
iki sene olacak neredeyse hep bir şeyleri bekliyoruz; önce salgının hız kesmesini o arada aşıyı sonra ikinci aşıyı sonra... hep bekliyoruz; kanepede, evde, yürürken,  seyahat ederken kafamızın içinde hep dönüp duran bitmesini beklediğimiz ve normale dönünce yapmayı arzuladığımız şeyler var. belki de yeni normalimiz budur demek istiyorum ama girişte asılı maskeye gözüm takılıyor ve yooo bu yeni normal değil ve olmamalı diyorum. 

neyse ki artık okuyabiliyorum. en son hızla bitirdiğim ''büyülü nisan'' romanından bahsedeyim size. başka bir kitabı ararken -bulamadım- iş bankası yayınlarından yeni çıkan ne var deyince çocukların tavsiyesi ve kitabın tanıtım cümlesinin ''kocaları tarafından belirli kalıplara sokulan, sıklıkla ihmal edilen ve içselleştirdikleri toplum baskısıyla baş etmeye çalışan  bayan wilkins ile bayan arbuthnot gazetede gördükleri ''kiralık şato'' ilanının verdiği ilhamla cüretkar bir plan yaparlar.''  başlaması oldu. aldım, sanırım iki üç günde de bitirdim. yazmak için kafamda evirip çeviriyordum cümleleri; bu sabah erkenden uyanınca hadi handan dedim. 

kitabın ilk 200 sayfası akıcı. elizabeth von arnim iyi bir başlangıç yapmış ve fakat sonra ne oluyorsa oluyor roman sarkmaya başlıyor. ikinci yarı sanki yazar sıkılmış ve onun acısını bizden çıkarıyormuş gibi uzatıyor romanı ve uzattıkça daha da çok sarkıyor.  ilk 200 sayfada karakterlerin açılımı gayet heyecanlı iken sonra toparlama aşaması ıhhh nasıl desem yazarı bile sıkmış! bu kadınlar ancak bu kadarını yapar deyip bırakmış gibi. ve bir başka çok kişisel bir yorum; kitap tanıtım cümlesinde vadettiği kadar ''cüretkar'' değil. ancak mary annette beauchamp (yazarın gerçek adı bu) adlı yazarı tanımak, 1920'lerin londrasında kadınlar nasıl yaşarlar ne düşünürler diye bir bakmak için gayet güzel bir roman. yazarın fotoğrafına baktım da şimdi epeyi karizmatik bir kadınmış. ve evet romanda biyografik özellikler var-mış. eh hepimiz biraz kendimizi yazmaz mıyız zaten. 

yazmak deyince, blog eski şaşaalı günlerine kavuşmuş görünüyor. dün 1200 kişi okumuş! tek bir yorum yok ama:) dur bakalım bu çok okunmaların sonunda reklam alacak mı blog:) bekliyorum) 

en başta  neredeyse iki senedir beklediğimizi yazdım. beklerken okuyorum, yazıyorum, izliyorum, evle ilgileniyorum, yemekler pişiriyorum, yürüyüşler yapıyorum vs. ve fakat yine de seyahat etme fikri ile kendimi oyalamam gerekiyor. ağustos evde geçecek bu sıcakta valiz sürüklemek ya da sırt çantası taşımak fikir olarak bile yorucu geliyor. eylül'de ingiliz hükümeti bizi kırmızı listeden çıkarırsa bir tatil yapacağız. ben kendime kabataslak bojo ne karar verirse versin ekim için bir plan yaptım; yunanistan ve ispanya. hep bildiğim kasabalar kıyı kıyı köy köy orada bir meze burada bir tapas tek yön bilet aldığım bir seyahat yapacağım. keşif istemiyorum, metro istemiyorum, büyük turistik şehirler istemiyorum. barselanaya uçup oradan girona'ya gitmek ya da malaga'ya uçmak gibi. harita, aramak, kaybolmak vs. değil, bildiğim sevdiğim yerlere çift dikiş yapmak istiyorum:) tabii bunun için 10 günde bir servisten öbürüne gitmesi için defalarca mail attığım en son linkedin'den genel müdürü bulup emeklilik işlemlerime bir bakmasını rica ettiğim sosyal güvenlik kurumumuzun ikramiyemi yatırması lazım:) sosyal güvenlik kurumu telefonla kesinlikle ulaşılamayan bir kurum! nasıl bir yoğunlukta çalışıyorlar!? temmuz ayı genelde emekli olma ayıdır herkes bilir bunu, neyse ki linkedin var ve ulaştığım yetkili bugün bir haber verecek gelişmelere dair. 

işte böyle; genelde hemen hemen her gün mutlaka bir kere evden çıkıp ya bir kitapçıya ya bir markete ya da bir avmye gidip hepsini bir arada dolaştığım sonra eve gelip ingilizce ders dinlendiğim, öğle uykularına uyuyup yemek pişirmekten zaman zaman nefret edip yoğurt ile geçiştirdiğim öğünlerden sonra bazan bir heves kuzu incik alıp pişirdiğim aslında yeknesak günler... memleketin hali ayrı bir yürek ağrısı. son bir haftada yaşadıklarımız çok ağır,  hayvanlar aklıma geldikçe gerçekten dengede kalmakta zorlandığım zamanlar oluyor.  yangın öylesine kötü bir durum ki dün gece gönüllü gidip çalışsam diye düşündüm ama gerekli ekipmanım yok diye vazgeçtim. çünkü bunun eğitimini almadım gidip kalabalık yapmak yarardan çok zarar verir hem orada canla başla çalışanlara hem de ekipman bulamazsam bana. deprem sonrası günlerce  düzce'de gönüllü çalışmıştım, orada tek ihtiyacımız yatacak bir yerdi onu da 112 nin kaldığı binada bize de yer göstererek askeri kampetlerle çözmüştü kızılay ile koordineli yardım dağıtırken tanıştığımız yetkili bir abi. ama ne yazık ki yangın böyle bir şey değil. maske lazım, yanmaz ayakkabı lazım  tulum lazım vb. hadi hepsi var diyelim eğitim lazım. bir şey yapamadan evde oturup çok da acının faşizmini yapmayan güvenilir hesaplardan gelişmeleri izliyorum. akyaka'dan iyi haber aldım çünkü orada güvendiğim arkadaşlarım var. güvenmediğiniz bilmediğiniz insanların her yazdığını paylaşmayın diye son vereyim bu yazarken bile yüreğimi ağrıtan konuya. 

işte böyle, 50'ye iki kala yaşadığımı hayata!... 

daha iyi günlerimiz olmuştu ve olacak; vakurla bekliyorum. 

günaydın ahali