kanepede geçen günler, hesap lütfen, bir bahar daha geçti...

30 Mayıs 2021 Pazar

 geçen seneye dair kayda değer pek bir şey anımsamıyorum; anımsadıklarım ondan önceki seneye ait. çünkü geçen sene hep kanepede geçti. 

bu bahar da geldi geçti. kanepede geçen zaman uzadıkça tahammül sınırlarımız zorlanmaya başladı. tam da o zamanlardayız. neyse ki hala iyi kitaplar, iyi filmler var elimizin altında da zaman geçirebiliyoruz. 

hesap lütfen, bitti. çok keyif aldım okurken. çok şey öğrendim. kitapta bahsi geçen yazar, kitap ve filmlere de ayrıca göz atacağım. gelelim yine alıntılara. 

kitaptan; sayfa 44 ''okurlara önerimdir: daha sonra çözülür diyerek isteklerinizi ve düşüncelerinizi asla ertelemeyin.'' 

bu kitabı okumadan önce de bu benim hayat mottolarımdan biriydi. 

üşengeç ve erteleyen insanlardan da çok hoşlanmıyorum zaten. üşenmiyorum, canımın istediğini canımın istediği zaman imkanlarım dahilinde yapıyorum. sorunları da güzellikleri de konuşarak çözmeye ve paylaşmaya her zaman varım. sessiz kalayım da karşı taraf anlasın, insanı değilim ben. karşı taraf da o kadar zeki ya da anlamak isteyen biri olmayabilir:) anlatırım, baktım anlamıyor bir daha anlatmam; hayat öğretmenlik yapmak için çok kısa. anlayanlarla devam ederiz yola. sevgililik için de bu geçerli arkadaşlar için de aile için de. düşündüğünüzü söyleyin, sonra sürekli ben öyle düşündüm de yapmadım da de da diye kafa ütülemeyin ya mümkünse:) 

iş hayatında sıkça yaşadığımız bir sorun var; torpille makam sahibi olanlar. o makamda kalabilmek için yaptıklarını anlatmam için upuzun başka bir yazı yazabilirim, mevzu o değil. milor, torpille gelenleri ve doğurduğu sonuçları şöyle anlatmış. 

sayfa 85 ''torpille gelenler gün geçtikçe zorbalaşırken diğer çalışanların motivasyonları da giderek kayboluyor. bazıları yalakalık yapmayı seçtikçe bazıları daha çok içine kapanıyor. bu durumda kaybeden hep toplum oluyor.'' 

torpille gelen zaten yetkin olmadığından içten içe hep bir görevden alınma korkusu yaşadığında bu korkuyu gizlemek için saldırganlaşıyor. evet, aklınıza gelen örnek doğru:) torpille gelenden daha rahatsız edici bir şey varsa o da yalakalar. bir tanesine bir gün dayanamayıp ' ya siz kocanızı idare eder gibi idare ediyor olabilirsiniz yöneticiyi ama ben etmem bir daha bana ''sus'' işareti yapmayın.'' demiştim, sakince! ikincide bu kadar kibar uyaramayabilirim sizi diye de eklemiştim:) yalakalığın sınırı yok hakikaten bunu arşa çıkaran çalışanları görünce bazan şakayla karışık ''bu yönetici az yapıyor size'' ya demişliğim bile var. torpil iş hayatında her şeyi baş aşağı götüren olgulardan birincisi. sonun başlangıcı da diyebiliriz. görmezden gelip işini yapan çalışan da içine kapanıyor işte. sorun kartopu gibi büyüyor. torpil ve yalakalık birbirini tamamlayan süreçler, yönetici onu yönetici yapanlara yaltaklanıyor, iş yerinde ufak / büyük rantlar için çalışanlar bu basiretsiz yöneticiye yaltaklanıyor böyle böyle gidiyor işte. boş verin, yok sayın. 

sadece yok saymak değil tabii tek çözüm bunun yanında bir başka öneri de milor'dan gelmiş. sayfa 88 ''yalakalık yapmadan işinizi hakkıyla yapmayı, eğer risk almanın doğru olmadığı bir zamandaysanız çalıştığınız alandaki mutsuzluğunuzu hafifletecek alanlara yönelmeyi tavsiye ediyorum. '' 

mükemmel bir öneri. iş dışında bir hobiniz olsun. bu coğrafyada beğenmediğimiz her işten o anda ayrılmak gibi bir lüksümüz yok. o zaman iş saatleri dışında kendimize mutlu olacağımız alanlar açmalıyız. 

ben kişisel alanımın sınırlarını kesin çizen biriyim. mesela geç saatte bana ulaşamazsınız, diyelim ulaştınız ama boş bir şey için arıyorsunuz! bir daha yapmamanızı söylerim. ya da ne bileyim benim evime habersiz gelemezsiniz. sabahları kahve içerken gazete okurken pek konuşmam. siz de konuşmayın mümkünse:))) evim derli topludur düzenlidir siz de misafir iken buna dikkat edin isterim. bunun gibi bir sürü şey. kitapta buna dair güzel bir tespit var. 

hesap lütfen / sayfa 111 '' insanın yaşadığı yerde kişisel zevkleriyle var olması o insana bir aidiyet yaratır, ona huzur verir... kendinizi tanıdıkça da zevklerinizle var olmanın güzelliğini hissedeceksiniz.'' 

her iki cümle de aslında üstüne cümle edilmeyecek kadar net. ancak bir örnek vermeden geçemeyeceğim. liseden bir arkadaşım boşanmıştı, lise arkadaşı olmanın verdiği samimiyetle ''neden'' diye sorduğumda '' handan ben evlilik hayatım boyunca hiç kendi istediğimi yapmamışım hep onun  istediği hayatı yaşamışım şimdi anlıyorum bunu.'' dediğinde insanların kendi özelliklerini ve isteklerini bir tarafa bırakıp başkasının (kocasının/karısının) istediği ve çizdiği hayatı yaşayınca nasıl yıllar sonra canhıraş bir şekilde bitirdiğini görüyorum evliliklerini. evinizi, mutfağınızı, kitaplığınızı, gardrobunuzu kendi istediğiniz şekilde düzenleyin, moda şu diye eşiniz bunu istiyor diye değil. siz mutlu olursanız karşı tarafı mutlu edersiniz mutsuz insan mutlu edemez arkadaşlar, deli olmayın. 

son bir not da sürekli canı sıkılan ve aktivite yapmazsa ölecek gibi olan, kendini eğlendiremeyen, zinhar yalnız kalamayan yeni nesil iyi para kazanan gezen tozan ama hep bir eksiklik duygusu ile çılgınlar gibi alışveriş yapan yine de ve sahip olduğu her şeye rağmen mutsuz beyaz yakalara; milor diyor ki: 

sayfa 114 '' ne fark ettim biliyor musun, insanlar günümüzde eğlencelerini bile iş haline getirmeye başladı.'' 

bu tipi ben kanlı canlı tanıyorum:) bazan da yahu anaokulu çocuğu gibi bir şey yapmazsanız sorun oluyorsunuz, diye takılıyorum onlara. ama kapitalizm çok akıllı, bu orta sınıfın kazandığı paranın çoğunu tereyağından kıl çeker gibi onlara olmayacak şeyleri satarak alıyor. ruhları bile duymuyor. o etkinlik, öteki kıyafet, beriki kurs derken ay sonunda kredi kartı borcu ile yüzleri düşse de öbür ay kapatırım motivasyonu ile çalışmaya ve tüketmeye devam ediyorlar. döngü aynı. ne deniyordu neydi o hayvanın adı:))) neyse. 

ben son dedikçe aaa bir not daha çıkıyor! ama bu gerçekten son. yalnızlık üzerine. ben yıllardır yalnız çıkıyorum seyahate ama bunu duyanlar hep bir nasıl yani diye karşılıyorlar durumu. neresini anlamadıklarını merak ediyorum:) onlar da nasıl canımın sıkılmadığını. ulan malaga'ya gitmişim, her gün başka başka semtleri geziyor, nefis cavalar içiyor, deniz ürünleri cenneti restoranlarda damağım bayram ediyor,  civar köyleri bile trene atlayıp keşfediyorum! sıkılmak ne demek! ahahahah sizin gibi beş yıldızlı otelde, ne idüğü belirsiz sürü sepet yiyecekle doldurulan büfede sıra bekleyip sonra yine aynı döngüde yanmaya çalışmıyorum şezlongda, tabii sıkılırsınız orada kalabalık olsanız dahi. bakın milor ne demiş yalnız kalmayı bilen insanlar için. 

hesap lütfen / sayfa 182 ''yalnız başına kalmayı başarıp bu durumdan keyif alabilen insanlar, başkalarıyla olmayı kendilerinden kurtulmanın bir yolu olarak görmedikleri için, başkalarıyla olmanın değerini daha iyi biliyorlar.'' 

evet, tam da böyle. arkadaşlarımla yemeğe ya da içmeye eğlenmeye çıktığımızda  kimse telefona gömülmez. saatlerce sohbet ederiz, güleriz eğleniriz ya da dertleşiriz hepsini bir arada yapıyoruz daha çok. sonra herkes gayet kafası dinlenmiş, sorunlarını belki paylaşarak başka bir gözden çözüm önerisi almış ya da mutlaka çözülmesi şart değil anlatarak rahatlamış olarak evine dönüyor. yalnız tatile çıkmak kadar güzel bir şey yok. iyi ki sevgilim türkçe bilmiyor ve satırları hiç okumayacak:) 

bakın mesela bu en sıkıcı salgın zamanı pazar rutinimi yazayım size. asker gibi saat 7 olmadan uyandım. önce kahve gazete medya turu yaptım yatakta. sonra salona taşındım, fırına yemek attım:) evi toparladım yemek pişinceye kadar yoga da dahil bütün işleri yaptıktan sonra duşa girdim. rich'le konuştum, duş sonrası kahvaltı ve biraz daha medya turu. malum bugün sosyal medyada yine abi videosu konuşuluyor. şu mafyöz abi:) izlemiyorum ancak ne demiş okuyorum. memleket gündemi ne de olsa. 

sonra bu yazıyı yazdım. milor'un kitabını ben çok sevdim.  iyi ki böyle bir projeye evet demiş, iyi ki nurhak kaya bu nehir söyleşiyi yapmış,  iyi ki okumuşum. tek derdim yaşamımı elimden geldiği kadar güzel yaşamak. bunun için çabalamak/okumak/izlemek/dinlemek hoşuma gidiyor. 

hesap lütfen 

özgün, dengeli ve lezzetli bir yaşamın peşinde 

söyleşi: nurhak kaya 

kronik kitap 

269 sayfa / 35 lira 

iyi pazarlar 



ısrarla tavsiye; ''hesap lütfen'' bir vedat milor söyleşisi (1)

26 Mayıs 2021 Çarşamba

 son zamanlarda okurken bu kadar çok eğlendiğim ve kafamı açan bir kitap olmamıştı. öyle ki daha hemen hemen kitabın ortalarındayken (126. sayfadayım) bir kadeh viski koyup kafamdakileri ve aldığım notları paylaşmak için klavyeyi  tıkırdatmaya başladım. 

uzun yıllardır okuyorum ben milor'u; kendisinin de bahsettiği milliyet zamanlarından beri. hatta o zamanlar umarım ki gülümseyerek karşılayacaktır (yazıyı okursa) bir değerlendirme kriteri olarak '' dışı kıtır içi sulu'' tabirini sık kullanması ile ilgili mavra bile çevirmiştim o zaman yazdığım kimi yazılarda. 

çok not aldım kitabı okurken, çok yerde evet ya işte tam da bunu biz bazen onlarca cümle ile anlatmaya çalışıyoruz ama anlatamıyoruz ya da hiç böyle düşünmemiştim dedim. her iki duygu da paha biçilemez, biri yalnız olmadığımı fark etmek öteki hiç bilmediğim bir düşünce tarzıyla tanışmak. 

çok katmanlı bir kitap; hayat, seçimler, davranışlar, şans, doğduğumuz coğrafya... ve dahası bir çok yönüyle ele alınmış. söyleşiyi yapan nurhak kaya gayet başarılı bir iş çıkarmış doğru sorularla. 

gelelim kitaba ve benim yazıda bahsederim diye aldığım notlara; 

* ilk aldığım not sayfa kenarlarında olan kutucuklara ( orijinal bir adı varsa bile ben bilmiyorum) dair oldu. onlar evvela dikkatimi dağıttı ama sonra ya alıştım ya da yok saydım, takılmadım ve okumadım içlerini. çünkü tekrar edilen cümleler olduğunu gördüm. 

* kitaptan, sayfa; 26 ''belki yeterli özgüveni taşımadığımızdan, başkalarının özel alanlarına müdahil olmayı ve kendi üstünlüklerimizi başkalarının zayıflıkları üzerinden göstermeyi iyilik zannediyoruz.'' 

üstüne söylenecek çok şey yok bu cümlenin; etrafımızda böyle çok insan var. bir benzer tanım yıllar önce ekşi sözlük'te ''şikayet eder gibi görünüp övünmek'' başlığında gayet güzel anlatılmıştı. her iki anlatımda da aslolan kişilerin kendi hayatlarında olan sorunları bırak çözmeyi kabul etmekten bile uzak olduklarından hep karşı tarafa ellerindeki güç ile haddini bildirme peşinde olanlar. çok var bunlardan çok, kaçalım, kaçın:) 

yeme içme sektörüne dair çok çarpıcı açıklamalar var sayfa 66'da; gazete yazılarında doğal olarak açık açık yazamadığı  bir çok şeyi kitap için konuşmanın özgürlüğüyle söylemiş milor. ben yazmayayım, siz merak ederseniz okursunuz. az çok yeme içme işleri ile ilgileniyor, bu konuda okuyor ve o zamanlar televizyonda milor'un programını izlediyseniz zaten programın bitme sebebini falan anımsayacaksınız:) ne gizemli yazdım ama:) 

twitter'da bazan meydan savaşları oluyor! çocuklu ailelerin plaj/sinema/avm kısacası kamusal alan halleri ile çocuksuz olanların buna tahammül sınırı üzerine. kazananı yok henüz savaşların ama epeyi sert çatışmalar yaşanıyor. ben çocuksuz taraftayım da neyse ki fenomen olmadığımdan henüz linç edilmedim; yazın bodrum uçağı çocuklu / çocuksuz diye ayrılsa ne güzel olur, falan diye yazdığım halde! çocuklu arkadaşlarım bile koruyor beni zaman zaman ''benim oğlan/kız çok yaramaz handan, haklısın'' diye. hah işte kitapta sayfa 70'te ''yaramaz türk çocuğu'' konusunu öyle güzel anlatmış ki milor, okuyun. neden bizim çocuklarımız hep bağırıp çağırıp masada düzgünce yemek yiyemiyor, ağlıyor vs hepsinin cevabını ve ne yapmanız gerektiğini de geniş bir çerçeveden anlatmış. 

yine kitaptan bir alıntı yapayım; '' insan bıktığı an hatadan hataya koşar.' sayfa 93. fiyuvvv diye diye okuduğum bölümlerden biri daha; gerçekten iş yaşamımızda, ilişkilerimizde yaşadıklarımızdan bıkıp da son veremediğimiz zaman (her şeye her an son verme gücümüz yok ne yazık ki) hatalar silsilesi başlıyor. bu kitabı geçen sene okusaydım, hayatım üzerine daha radikal kararları daha erken alırdım. o kadar  etkilendim ki bu tespitten. 

parça parça aklımda kalanlarla bitireyim yazıyı; gazete okumak benim en büyük zevklerimden biri. eskiden cepten okumazken bir deste gazete alır eve gelir ya da semt pastahanesine gider ve hepsini okurdum. okumadan paylaşmazdım kimseyle ancak okuduktan sonra hepsini bırakır kalkardım. hala daha pek basın kalmamış ise de ben sabahları 20 dakika medya turu yapıyorum; hürriyet'ten savaş özbey ve onur baştürk'ü ( diğerlerine tahammülüm yok) milliyet'ten mehmet tez ve asu maro'yu, habertürk'ten oray eğin'i, cuma günleri t24 sitesinden tuğrul eryılmaz'ı

( dedikoduya bayıldığımı biliyorsunuz) bianet'in başlıklarını, bbc türkçe, bbc ingilizce sitesini ( translate yardımıyla) okuyorum. bundan da büyük zevk alıyorum. sonra gün içinde zaten hep ekşi ve twitter açık oluyor, gündemi oradan takip ediyorum. gazete okumak güzel şey, yanlı dahi olsalar memleketin gündemini tersten takip etmeyi bile sağlıyorlar. mesela ismi lazım değil bir medya grubunu sadece ne diyorlarsa tersini düşünmek için kullanabiliyoruz:) adını yazdırmayın bana:) 

kitaptan; ''gerçekte nelerden zevk aldığınızı bilirseniz hayatın ağırlıklarının giderek hafiflediğini bizzat görecek ve daha huzurlu hissedeceksiniz.'' sayfa 31 

yukarıdaki gazete okumak gibi mesela seyahatlerimde yalnız olmayı çok seviyorum ben. birileriyle plan yapmak, onlara uymak seneler önce deneyimlediğim ama pek zevk almayınca vazgeçtiğim bir şey. olmuyor, zaten iş ve aile hayatımızda bir çok şeyi ortak yapmak yani aslında  ''katlanmak ve idare etmek'' zorundayız. tatillerde kimseyle asgari müşterekte buluşmak, kimseye katlanmak ve kimseyi idare etmek istemiyorum. bu satırları okuyan bir kaç yakın arkadaşım bıyık altında gülecekler biliyorum. ne var, aklınızdan geçeni biliyorum ve açıkçası korkuyorum da:)))) oldu mu? 


son bir iki not ile bitireyim dedikçe uzuyor yazı, hadi iki parmak viski daha...

devam edecek 





halston, ulan insanlar ne hayatlar yaşıyor!

17 Mayıs 2021 Pazartesi


:)) kahvaltı yaptıktan sonra böyle dönüp bahçeyi izliyor:))) 


günü güne satıp bir türlü yazmıyorum! vira bismillah deyip başladım. en son izlediğimden başlayayım; 

kızıl handan! 

* halston: insanlar ne hayatlar yaşıyor!? diye diye izledim dün akşam yokluktan '' yav bu halston da kimmiş hiç duymadım adını'' nidalarıyla! sonra zaten 5 bölüm, 4. bölümün yarısında uykum geldi, kapattım, sabah laptopu yatağıma taşıyıp finalini izledim. halston gerçek bir karakter ve onu bütün gerçekliği ile ewan mcgregor oynamış. bizim oyuncularımızın ya da oyuncu diye geçinen tayfanın gidip kapısında yatıp ders alması gereken bir adam! dizide tanıdığım tek karakter liza minelli. liza, hep aynı saç ve tarzı ile kafamda yer etmiş, hala da öyle. dizi diyordum, ulan insanlar ne hayatlar yaşıyorlar diye diye izledim ben sıkıcı hayatımın ahahha kendimce heyecanlı olduğunu düşündüğüm anlar halston'un sigarasının külünü yere silktiği zamanlar kadar heyecanlı işte:))))) 

ben yaşam tecrübesi yüksek bir insanım; yatılı okul, memleketin en uç noktasında başlayıp istanbulda biten çalışma hayatı, 30 küsur sene yüzlerce iş arkadaşı onlarca bakan ve müdür ve gerçekten 500'ü aşkın köy gezisi muazzam bir tecrübe sağladı bana. bir insanın yürüyüşünden cebindeki parasını, kocasından/karısından bahsederken kullandığı sözcüklerden ve tarzından mutlu olup olmadığını, bir insanın ne derken ne demek istediğini çoğu zaman ilk 2 dakikada anlarım. hatta size şunu anlatayım; ''bir kadının yürüyüşünden orgazm olup olmadığını, buna mukabil yeterince mutlu ve tatminkar bir cinsel ve dolayııyla normal hayat yaşayıp yaşamadığını  anlarım dediğim,  uzun yıllar beraber çalıştığım kadın arkadaşlarım ile bir mahalle pizzacısında toplantı yaptıkları zaman tehlikeli bir karakter olmama rağmen artık istanbulda yaşıyor olmamın ve onları gözlemlemediğim gerçeğinin rahatlığı ile beni davet edip sorduklarında ve benim yine o '' edepsiz ve her zaman istediğini ve düşündüğünü söyleyen handanı çok beklemediklerinden''  bu lafı ettiğimde, espriye son noktayı '' vallaha ben ilk kalkıp yürüyüp gitmem'' diyen bir arkadaşım koymuştu noktayı:)))) evet, tatminli bir yürüyüş ile tatminsiz ''aşko'' haykırışlı bir kadın ayrımını bilirim ve yazarım.

sadece tr için de geçerli değil bu; yunanı da iyi bilirim ispanyolu da. neyse, demem o ki dizide de zaman zaman berbath ingilizcem ile gelecek cümleyi ben söyledim sesli ve  cümle geldi. yükseliş zamanlarını şimdi inişe geçecek dediğim anları da on ikiden vurarak anladım. çoğumuz normal hayatlar yaşayıp öleceğiz, ama bu bu hayatları izleyip vay be dememize engel değil. halston'un hayatını izleyin.

gelelim istanbula: tam olarak hissettiğim şu; sokak köpekleri gibiyim:))) vallahi bak, çıkıyorum yürüyorum yürüyorum sonra acıkınca bir yerden soğuk sandviç yapıyorlar '' ya hani açılmıştık biz ben kahvaltı yapmaya gelmiştim'' deyince şefkatle '' yok handan hanım, ama isterseniz size bir şeyler yaparız ekmek arası'' diyorlar:)))) maskem çenemde kahvaltı yapıyorum, kahvaltı yaparım diye gittiğim kurtuluş semtinden istiklal caddesine bir yürüyüş tuttururken!:))) 

the game, diye bir film izledim. sadece ve sadece sean penn ve michael douglas var diye. itiraf edeyim son 20 dakikasını izlemedim. çünkü artık adından hareketle ne olduğunu biliyordum. geçelim. boş zamanınız varsa izleyin. 


nasıl katlanıyorsunuz bu zamanlara, sorusu bütün sosyal medyada;

 sanatla katlanıyoruz canım, film ile, müzik ile, kitap ile

sporla katlanıyoruz canım; yoga ile nefes alıp vermek ile ve hakkını teslim edeyim bildiğim en iyisi çetin çetintaş. güne onunla başlıyorum ve süper gidiyor. 

yemek ile; evet, yemek, alışveriş, makarna, karides, antin kuntin kahvaltılar, karides, kuzu, köfte 

sosyal medya ile; twitter, blog, instagram, 

ha unuttum bir an ama şef ile katlanıyorum bu zamanlara! şef! saatlerce oynayıp sonra yorulup çimenlere ya da odamda deri koltuğa yatan şef ile. az silmedim pati izlerini. çok seviyorum şef'i öyle böyle değil. 

londra yanıyor; kitaplardan şu anda elimde olan bu. her sabah bitireceğim diye başlıyorum, yok bitiremiyorum. karakterleri tanımak uzun zamanımı aldı, zor bir kitap benim için ve fakat süper, zorlanmak yani. kitaplar bu zamanlara katlanmamı sağlıyor. 

londra yanıyor // peter ackyord // ben yky'den aldım, hala daha %50 indirimli, yazarla anlaşmaları bitmiş falan filan. iyi bir yazar ve umarım seneye bunu ingilizce okurum:))) 


işte böyle geçiyor hayat 




 


erguvan peşinde yürüyüşler, pandemi zamanı mekanlar semtler, ufak bir istanbul turu

2 Mayıs 2021 Pazar

 

en sevdiğim ağaç bu olabilir ya 
''erguvan peşinde'' koydum bu gezilerin adını
balmumcu başlangıç noktam 
yokuştan aşağı ortaköy 
en sevdiğim yürüyüş rotalarından biri 


ortaköy sokakları 
sevgili derya çekti fotoğrafları
hadi semt yazıları başlasın 

sabah saat 7.30 sokak sessiz bir tane hergele karga ortalığı birbirine katıyor sadece. klavye tıkırdatıyorum. niye? çünkü erken uyandım ve magazin sever biri olarak hürriyet'ten savaş özbey'in yazısını okurken kendi twitimi gördüm:)))) arnavutköy hakkında neden o kadar boş olduğunu kapanmaların had safhada hissedildiğini özetle yazmıştım. twiti basılı görmek güzel, nft de satılığa çıkarsam mı:))) ara ara istanbulda ne var ne yok yazıları yazıyorum zaten ama bu twit kafamda semtleri yazma fikrini güçlendirdi. tabii ki bildiğim yürüyerek gidip geldiğim eski hali ile şimdikinin ayrımını hemen  hemen günbegün görebildiğim semtler. mecidiyeköy, gayrettepe, kurtuluş, ortaköy, kuruçeşme, arnavutköy bebek hattına kadar olan kısım. 

kahvemi tazeleyip keyifle yazayım:))) 


bu semtler içinde en az etkilenen kurtuluş. neden kurtuluş? şimdi bir semtin elli beş tane barı varsa ve oralara hafta sonu gençler gidip dolduruyorsa ( arnavutköy örneğinde olduğu gibi) kapanmada teknik sebepler bir yana ( ruhsatı bar olanlar hiç açamadı) o semt esnafı tabii ki çok etkileniyor. kurtuluş öyle değil. ana caddeden bahsediyorum en azından; solda üçler market her zaman mezeleri  çok iyi, geç sağa göreme muhallebicisi, ben ki kaymak yemeyen yüz vermeyen biriydim şimdi arada 100 gram alıp kahvaltı keyfi deyip kendimi kandırıp bu kalori bombası leziz ürünü tüketiyorum. keza sütlaç, eve söylediğim detoks çorbası hepsi birbirinden başarılı. ve evet kahvaltıda  sundukları beyaz çıtır ekmek de gayet güzel, işte o yüzden kapanmada semt ahalisi de alışverişini devam ettirdi benim gibi evi yürüme mesafesinde olan da. in biraz daha aşağı damla boza dondurma. hala buzlukta yarım kilo dondurma var, tutti furutti ve antep fıstıklı olan favorilerim. küçücük bir dükkan ama semt biliyor ben biliyorum herkes biliyor. senede 2-3 kere yesem de turşu; pelit turşucu. ismi lazım değil instagramda kilosunu onlarca liraya satan turşuculara hiç para kazandırmadım ama pelit arada sırada uğrayıp az da olsa alışveriş yaptığım yediğimde boğazımı yakmayan leziz turşuların satıldığı yine küçük bir esnaf. tabii ki bunların hepsinin kazançlarının düştüğünü tahmin edebiliyorum. kimin düşmedi ki?  konumuz o değil. konumuz semtin kapalı esnafının sayısının çok fazla olmaması. semtteki fırınlar ha keza ben bu sefer kule fırınından aldım beyaz çıtır ekmeği. yani kurtuluş marketiyle,manavıyla zaten kendini semte göre ayarladığından en az etkilenen semtlerden biri. ana caddede olan pub da açıldığı zaman zaten pandemi bitmiş demektir, yazın bir tarafa:))) 


turistik semtler yan yana sıralı barların olduğu kuruçeşme yani boğaziçi hattı doğal olarak çok etkilendi. çünkü semt sakinleri her gün inip oralarda içki içmiyordu. bebek'te oturan hafta sonu sokağa bile çıkmıyor ayol, judy ses ver! sanırım esmer vardı yanımda bir boğaz hattı yürüyüşünden sonra zor bulduğumuz taksi ile eve dönerken taksici abi hafta sonu gelenler hep sizin gibi '' dışarlıklı'' demişti, metrobüse yolcu taşıyoruz. mekanlarda oturacak yer yok, demişti. görmüştük. işte oralar en çok etkilenen mekanlar oldu. isim isim yazmayacağım. 


bir de asıl yürürken her seferinde canımı sıkan bir şeyi yazacağım. ortaköyden başladığımda yürümeye kuruçeşmeye kadar deniz görmüyoruz! niye çünkü inşaat var. mandarin otel yapılıyor sanırım oraya bayağı böyle iskelelerden kafayı koruya koruya tüh lan yine unuttum keşke arnavutköye taksiyle inseydim diye kendi kendime söylene söylene o kısmı hızlıca yürüyüp kuruçeşmeye gelince rahatlıyorum. önce bir sosisli yuvarlıyorum, bazan steeve'den patates bravas alıp bankta da olsa gurmeyiz diye kahkaha atarak yiyoruz bazan sosisliyi yuvarlayıp yürümeye devam ediyorum. paket servis bu büyük şef mekanlarına yeterli günlük geliri sağlamasa da adamlar / kadınlar  mekanı  açıp en azından işlevsel tutuyorlar. fiyatlar bence hala pahalı o yüzden yine yazıyı yazma konusuna geldik; en çok etkilenen mekanlar turistik ve şef mekanları; fiyatlar semt sakinlerinin günlük rotalarına girecek aralıkta değil. böyle benim bildiğim tek mekan var; adem baba balık. her zaman fiyatları insancıl; pandemi öncesinde de hafta sonu kapıda kuyruk olurdu. içki yok, balığını yersin kalkarsın ama acele de ettirmezler öyle ismi lazım değil bursa'da bir mekanın daha fazla turist alalım diye milletin önünden tabakları çekip aldığı gibi. her şeyi duyuyorum her şeyi:))) zaten bu mevzu instagramda da çok konuşuldu. neyse, ne diyorum hah adem baba, vallaha biz palamut zamanı gidiyoruz, roka salatası ve palamut söylüyoruz çoğu zaman bitiremiyoruz bile esmer ile. ben üstüne tatlı yemek için yer bırakıyorum biraz:)) 


yazı çok uzun oldu ben acıktım. kısacası eskiden müşterisini koruyan, anlamsızca pahalı olmayan lokanta ve işletmeler en az etkilenenler olarak yollarına devam ediyorlar. ama yok ben günbegün zam yaparım, kuş kadar porsiyonları onlarca fiyata satarım diyenler ne yazık ki ilk elekten aşağı düşenler oldu. eh biz de aptal değiliz yani eve söylerken de bizi gözeten esnafı biz de gözetiyoruz. 


iyi pazarlar

devam eder bu yazı, daha benim gizli nişantaşı dediğim gayrettepe var, mecidiyeköy şişli hattı var, var da var. istanbul benden sorulur ahahahahahhaha 

günaydın