bir yandan yazacak o kadar çok şey birikti öte yandan hepsinden kısa kısa instagramda bahsettiğimden kendime tekrar olacak gelecek yazacaklarım ama bir kısmını en azından yazayım, insta geçici blog kalıcı diye düşündüğümden.
uzun sayılacak ( 16 gün) bir seyahat yaptım dalyan ve civarına. ilk hafta civarda açılan bütün pazarları gün be gün gezince tatil arkadaşım biraz dalga geçmeye başladı, bodrum pazarlarına falan da gidelim diye. öyle olunca ikinci hafta otel-plaj-bar-restoran-kapanış şeklinde geçti.
dalyan için söylenebilecek yeni bir şey yok. şef mutfağı yok, iyi yemek iyi balık için gerçekten ilk hafta orada yaşayanlardan ve bindiğimiz taksilerden bir şeyler öğrenmeye çalıştım ama yok nafile. yine zaten benim senelerdir bildiğim temsi en iyilerden biri olarak iki akşam yemeğimizde gittiğimiz bir de yine meze sorarken yaklaşımlarını ve süssüz püssüz iyi peynir ve yerli kalamar ile başlangıç yapıp ne vereyim abime gereksiz samimiyetine de girmediklerinden iki defa da oraya balık yemek için gittiğimiz çağrı balıkname. ne nehir kenarında ne de içeride gönlümce bir restoran yok dalyanda! her gün taze sıktıkları nar sularını keyifle içtiğim dondurmacı, artık hangi birayı içtiğimi bilen işinde iyi bir kaç barmen dışında her yer ortalama ve altında dalyanda.
el yapımı bir sandalet aldım yalnız, epeyi pahalı bişeydi ama rahatlığını görünce ilk bir kaç gün giyip bütün gün yürüdükten sonra iyi ki almışım dedim.
ali usta, ali yukarlı dalyan çarşıda. el yapımı gerçek derilerle nefis terlikler, sandaletler ve çantalar yapıyor. bir iki seneye bu işi bırakmayı düşünüyor, yolunuz düşerse bir tane alın derim. rahat, şık ve dalyan ve ahalisinin çarşısının fake ürünlere teslim olduğunu düşünürseniz belki de tek tük gerçek alınabilecek şeylerden biri.
sahi, bizim sahiller ne zaman teslim oldu bu üstünde kafam kadar marka yazan marka replikası ürünlere!? dağ taş bilinen italyan vb. markaların replikası çantalar, tişörtler, şallar ile dolu! hiç sevmiyorum, hiç. geçelim
eylül sonu seyahat için iyi bir zaman. çok terlemeden yine de gölge kovalayarak ortalama otelimizde çalışanların samimi ilgisi ile güzel günler geçirdik. lüks değildi ama biramız soğuk kahvem her sabah duble geldi.
dalyan için en son şunu söyleyebilirim; emekli, yaşlı, orta ve alt ekonomik gruba mensup ingiliz tayfasının dışında ekonomik seviyesi yüksek turist ağırlamak istiyorlarsa işin mutfağına bir el atmaları gerekiyor. balık sezonunun açıldığı bu zamanda hala daha levrek ve çipura var demek biraz garip olmuyor mu yahu!? sosa bulanmış yemekler, ingiliz kahvaltısı dedikleri görselde evet ama ingiliz arkadaşların dediğine göre lezzette pek de ingiliz olmayan kahvaltılar, yine bir gün kuaförde sohbet ederken bu sene hem fiyatların çok arttığını hem de bu fiyata aldıkları hizmetin çok da memnun edici ve iyi olmadığı şikayetlerinin dile getirildiği konuşuldu mesela. eh kuaförler en iyi geri bildirim alınan yerler değil midir her zaman.
dalyan konusunu burada kapatıp şehre, yeme içme dünyasına, michelin yıldızlarına geleyim.
son günlerde izlediğim en iyi dizilerden biri the bear; tam türkiye hadi abartı olmasın yeme içme dünyası ile ilgili olanlar, michelin yıldızlarını hangi restaurantlar alacak acaba totosu oynarken izlemek çarpıcı oldu tabii ki. biz restoranlarda cicili bicili tabaklarda yemeğimizi yerken, mutfakta kan-ter ve gözyaşı olduğunu yeme içmeyle uzun yıllardır ilgilendiğim için biliyorum. tuğrul şavkay ile başladım ben yemek üzerine yazılar okumaya, sonra pul kadar fotoğrafı ile vedat milor milliyette yazmaya başladı. bahsettiğim zamanlar twitter ve instagram yok:)))) mö. gibi bir şey yani:))) tö, iö diyebiliriz. o zamanlar bloglar var ve bir elin parmakları kadar kadın blog yazıyoruz, ekşi sözlük çok popüler ve biz zirveden zirveye fink atarken ben hala bursada yaşıyorum, istanbula gelip, geçenlerde esmer'in dediği gibi ''radikalde okuyup okuyup burada geziyordu''o zamanlar kaktüs imam adnan sokakta, cambaz zirve mekanlarımızdan, navizade, inci pastanesi, yeşilköy balıkçı hasan, çınar otelin restoranı vs. o zamanlar gelip yemek yiyip, içip, eğlendiğim, gezip kaldığım yerlerdi. çoğu şimdi yok.
şimdi şehre michelin geldi. hem de şehrin sanırım en pahalı restoranlarına. fatih tutak'ın tadım menüsü michelinden önce 2200 liraydı sanırım bugün yarın güncellenir. mikla yine şehrin en pahalı restoranlarından, yeniköy'de mukim araka ise hiç gitmediğim bir mekan, biraz sakinleşsin yeme içme dünyası ve yıldızlı mekanları deneyimlemek isteyen kitle bir kaçına gideceğim tabii ki. beyti hala listemde ve ben sadece floryaya gitmeye üşendiğimden gidemediğim bir mekan. neolokal ve makşut aşkar'ı sekiz istanbul restoranından beri bilirim. nicole yine gitmediğim bir restoran ama alaf kuruçeşme'de kuruçeşme de benim boğaziçi yürüme hattımda olduğundan bildiğim bir mekan. şu bir ay içinde bir iki tane hiç gitmediklerime gidip michelin tavsiyeli/yıldızlı mekandan yemek yedim ben diyeceğim:))))
hayat bir deneyim benim için zira.
tabii michelin yıldızları geldi de dedikodusu olmaz mı? olur. ilk söylenen yıldızı almak tamam ama bir de onu korumanın zorluğu, bizde biliyorsunuz influencer tayfa tanınıyor, michelin yıldızlı restoranlarda yemek yiyip puan veren müfettişlerin ise kimliği gizli. bu da onlara eleştiride rahatlık ve özgürlük sağlıyor. hatta size şunu söyleyeyim, çok tanınan bir iki influencer michelin gecesinde yokmuş bile! davet mi edilmediler edildiler de gitmediler mi orası muamma. ama bildiğim bir şey var ki o tayfanın yere göğe koyamadığı restoranlar mesela tavsiye bile edilmemiş. hiç biri! iki gündür tavsiye edilen mekanlar hakkında yazılanları okuyorum; ortak eleştiri porsiyonların çok küçük, hesapların pek kabarık geldiği yönünde. bu uzun zamandır böyle türkiyede. hatta lafı yine dalyana getireyim, orta, orta alt segment bir şişe şarap 300 liradan aşağı değil dalyanda, bir tabak yemek de en basit makarna 250-300 marjında. yani iki kişi bir şişe şarabı paylaşıp iki tabak makarna yeseniz 1000 tlye yakın bir hesap ödüyorsunuz. michelin şef mutfağı tamam, tadım menüsünün de bir hikayesi var ona da tamam ama 4 tane yıldız alan ve toplamda 51 restorantı sadece turistle doldurabiliyorsanız ne ala değilse istanbulda her gün onları dolduracak kitle yok. çünkü bir giden bir daha gitmek istese bile menü değişim zamanını bekler. bir masada 2200 artı kdv bir de içtiğin şarabı ödeyip 7000-8000 verecek istanbulda kaç yüz bin kişi var? ben diyeyim size, 150.000 kişi, bunun 15 bini çok gezer ve mekanlar bunlarla ayakta durur. yoksa benim bütçe ayırıp beyti'ye gitmemle yürümüyor işler:))))) bu kış çok konuşulacak bu mekanlar. zevkle takip edeceğim. senin gönlünden geçen bir yer yok muydu derseniz, tavsiye edilenlerde temiz ve leziz mutfağı ile fıccın olabilirdi mesela ama orada da leyla hanımdan başka ismi öne çıkarılan bir şef yok, leyla hanım da sahibi zaten fıccın'ın. eskiden kallavi sokağın yarısı (abartı değil) fıccın iken son gittiğimde binaların el değiştirdiğini, fıccın'ın küçüldüğünü, üst katlarda otel inşaatı yapıldığını öğrenip zaten seslerden de anlayıp gürültüden kaçmıştım yemek yemeyerek. o otel açılınca alt katlarında kendi kahvecileri ve restoranları olacak kuvvetle muhtemel o zaman fıccın'ın işi daha da zorlaşacak. şehirde rekabet var.
yeme içme dünyası zaten zor bir dünya; tedarik, aynı kalitede ürün sürekliliği, pandemi sonrası yaşadığımız ve asıl bu kış etkisini göreceğimiz ekonomik kriz. çoğumuz öncesinde olduğu kadar dışarı çıkamıyor, yiyip içemiyor, oradan bir konsere gidemiyor. fiyatlar başdöndürücü bir hızla artıyor ama maaşlarımız kaplumbağa hızında.
çok uzadı bu yazı. bir kahve demleyeyim ben siz okurken, sonra ilk hangi restorana gideyim ona karar verip rezervasyon için arayayım.
günaydın
Merhaba Handan hanım,
Her perşembe blog tanıtım programı yapmaktayım podcastte. Bugünkü programa sizi de konuk aldım. Dinlemek isterseniz linki ekliyorum. Sevgiler,
https://sezerozsen.blogspot.com/2022/10/blog-dunyasinda-bu-hafta-26.html