hadi gelin sizinle biraz sohbet edelim. aynen böyle benim yannis'nin kahvesinde oturup keyifle kahvemi yudumlarken siz de kahvenizi içkinizi alın.
üç saatte üç şehir; bursa- mudanya- istanbul hattından evime geldim. bir film yarım kalmıştı, bitiremedim; klavye tıkırdatasım geldi.
bursada çok sevdiğim arkadaşlarım var. cumartesi akşamı onlarla kahkahalarla kahvelerimiz içerken bir arkadaşımızın kınası varmış; hadi sen de gel, dediler. kalktık alelacele hesabı ödeyip arabaya doluştuk. gittik kınaya. neyse ki benim yine bu elbisem vardı üzerimde. yoksa kot tişört gidecektim:) hepimiz 45 lerin ortalarında kadınlarız; kimimiz işte ilk kez evleniyor, kimisi ikinciyi denemekte, kimisi de ayyy kocayı boşadım handan, deyip hoş geldin diye halimi hatırımı sorarken baktım ki çoğumuz artık ufak ufak botokslu ve estetikliyiz. eh benim de gözlerimin üstü ve bir iki daha başka müdahalem var. geçelim:))) ayrılanların hemen hemen hepsi çocuklarını almış, kendine yeni bir hayatı çok zorlanmadan kurmuş. niye? çünkü zaten evliyken de hep evi çekip çeviren kadınlar. adamları önce anaları sonra da ne yazık ki gençken karıları şımartıp, her işlerini yapıyor. sonra işte 38-40 gibi bir aydınlanma geliyor. (bazan her iki tarafa da) gezmek, yemek, içmek (su bile olsa) keyif alınacak şeyleri ve istekleri yapmak hayatın geçiyor oluşu, dank ediyor kafalara. sonra gelsin kavgalar, boşanmalar. o arada atlatabilen düze çıkıyor, ama üzgünüm bu çok az.
botokslu, hepsi birbirinden şık kadın arkadaşlarımla sohbet ederken aklımdan bunlar geçiyordu. biri bir ara bana da sordu her zaman sordukları gibi '' ee sen'' ben de ''ben imza atmıyorum'' deyip, gülümsedim. o da ''en iyisi'' deyip, gülümseyerek gitti.
adamları, kocalarınızı şımartmayın. her işlerini yapmayın. paylaşın, zevklerinize kendinize hobilerinize zaman ayırın. hayat uzun, evlilik zor; birbirinize yaşam alanı tanıyın.
bu, bu kadar.
geleyim son seyahatime.
''sınırdan yürüyerek geçiyorsun yunana'' cümlesinin peşine düştüm anacım. bir seyahat bu cümle ile şekillendi. şekillendi dediğime bakmayın; edirneye bir bilet aldım, epi topu bu yani.
bir şehre gittiğinizde, o şehirde yaşayan birinin elinizden tutup gezdirmesi kadar konforlu bir şey yok! indiğimde otelim ayarlanmış ve beni almaya gelmişlerdi. bu arada ben edirneye 95-97 yılları arasında bir kaç kez gittim ve fakat selimiye camii dışında açıkçası pek bir yer kalmamış aklımda ha pardon bir de artık şimdilerde kapalı olan öğretmen evi.
klasik olarak önce ciğer yiyip şehri turladık; meriç kıyısında biraları, sonra gazi baba da yine içkilerimizi içip araya bir iki mekan daha sıkıştırıp en son türkçe pop yapan bir yerde bağıra çağıra şarkılara eşlik edip, lannn kitle çocuğumuz yaşında ama boşverrr, diye diye kahkahalarla geceyi sonlandırdık.
sabah ver elini pazarkule sınır kapısı. hah işte şimdi buradan çıkıyorsunuz, bir kilometre yürüyüp işte o sınırı yürüyerek geçtiğiniz yer epi topu bir kilometre! sonra yunandasınız.
yunan kapısında giriş yaptırıp geçip hoop kastanies köyüne geliyorsunuz!
sınırı yürüyerek geçmek fikri neden bilmiyorum beni cezbediyordu. yaşadım. köye geldim, ilk kahveye oturup kahvemi içtim, soluklandım. çantamı kahveye atıp, köyü dolaştım; küçücük ve tertemiz bir köy. yaşayanların yaş ortalaması yüksek; gençler okulda, avrupada, atinada, çalışmakta... bir iki taverna var ama henüz saat öğlen bile olmadığından herkes mutfakta, hazırlıkta.
istikamet bir yan kasaba; orestiada. 20 bin nüfuslu bir kasaba. köyün meydanı bizim taksim meydanından daha işlevsel. internet free meydanda, kahveler meydana bakıyor bir de kasabanın en büyük oteli. kahve içenler, banklarda oturup laflayanlar, çocuklar, gençler... bütün sokaklar meydana açılıyor; tavernalar biraz daha ara sokaklarda. bir ikisini dolaştım ilk gittiğim yerdeki kızın tavırları ve güler yüzü hoşuma gitmişti, oraya attım çantayı. kalamar ızgara söyledim. ve bütün bir kalamar ızgara edilmiş halde önüme gelince, gülümseyerek bir de soğuk bira istedim. keyfim iyice yerine gelmişti.
orestiada'da tarihi bişey falan yok anacım. ye iç otur kahve iç insanları izle. iki yıldızlı bir otel bulup çantayı oraya atıp muhtar gibi yürüdüm yürüdüm yürüdüm. yorulunca otele dönüp uyudum.
her iki köy için de iki saat yeterli ama ben dinlenmek için gittiğimden bir gece kalmıştım. sabah dedim ki yürü handan deniz kenarına, dedeğaç'a
170 km. dedeağaç, 78 yaşındaki bir amca ile sohbet ede ede ( tarzanca ) dedeağaça vardık.
dedeağaç artık benim kaç kere gittiğimi saymadığım bir şehir. ve bu sefer ilk kez bu kadar pahalı gördüm. istanbullular masa donata donata esnafın fiyatlarını en az iki katına çıkarmışlar.
daha önce çok yazdığım için özet geçeyim. sahildeki tavernalar çok pahalı ve süslü püslü tabaklara geçmiş ( bakınız istanbullu faktörü) siz içerideki dedelerin teyzelerin oturdukları yerlere gidin. füme uskumru mutlaka yiyin. sabah ana caddede en çok yaşlı teyze nerede kahvaltı yapıyorsa, oraya oturun peynirli börekleri yiyin, kahve için. deniz kenarında argo var; şehrin en manzaralı kafesi, içkisi kahvesi, deri koltukları, servisi her şeyi gayet güzel bizim bebek otel tandansında bir yer. orada öğlen birası akşamüstü şampanyası işte canınız ne istiyorsa için.
biz yemek için yan kasabaya komotiniye gittik. stelyo sağolsun, bize makarnaları füme uskumruları ahtapotu aynı anda getirip, gözün doydun der gibi bıraktı gitti. şaka şaka ekmeği bile kızartıp getirdi, benim çok açım nidalarıma aldırmadan:))))
yedik içtik döndük.
yunana gidin, anacım. yiyin için yürüyün, sonra istanbula dönünce yazın, yazın ki biz de gitmek için tekrar istek duyalım.
hadi ben filmime devam edeyim, siz okurken. sonra alayım yorumlarınızı.
yolda olmak; ne muhteşem bir duygudur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Çok güzel bir deneyim olmuş <3